TASAVVUFUN KAYNAĞI-1
Canibim.Com

TASAVVUFUN KAYNAĞI-1 - Canibim.Com

                                                    Tasavvufun kaynağı 

Abdülkerim Kuşeyrî (ö. 465/1072) Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanlara sahabe, sahabenin sohbetinde bulunanlara tabiin, onların sohbetinde bulunanlara tebeu’t-tabiin gibi unvanlar verildiğini, daha sonra dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riayet edenlere “âbid” ve “zahit”, zamanlaortaya çıkan bidatlere karşı Ehlisünnet seçkinlerinin her an Allah ile birlikte olma ve gafletten sakınma gayretlerine Hicrî II. (M. VIII.) yüzyıldan itibaren “tasavvuf” denilmiştir.

 

 Farklı görüşler ileri sürülmüş olmakla birlikte, âbid ve zahitlerin bir tevazu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle “sûfî” diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için “sûf” kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin mastarı olarak kullanıldığı şeklindeki görüş hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun bulunduğundan genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere ise “sûfî” denildiği gibi, “ehl-i tasavvuf” veya “mutasavvıf” da denilmiştir...

 

İslami hükümler, kendi meşruiyetini, Kuran ve onun uygulama sahası olan Hz peygamberin sünnetinden almışlardır. İlahi kelimetullaha dayalı olmayan hiçbir yaşayış, uygulama veya anlayış, uzun vadede İslam toplumu içerisinde süre gelirliğini devam ettirememiştir. Sadece belirli bir dönemi etkisi altına almakla yetinmiştir.

 

Fakat tam anlamı ile Kuran dan her sahada sağlam bir şekilde beslenemedikleri için, bir zaman sonra hem taraftar kaybetmişlerdir; hem de kendi minvallerinden ortaya koydukları anlayışları da müntesip bulamadığı için izale olmuştur. Nitekim zamanla ehlisünnet ve-l cemaat çizgisinde olmadıkları anlaşılan İslam düşünce akımları, günümüze değin gelen süreçte etki alanlarını kaybetmişlerdir. Genelde ameli konularda eksik kalmışlardır. Amellerinde ki zafiyet ise onları hikmetin gerisine düşürmüştür.

 

Hicri I. Yüzyıldan bu yana İslam’ın uygulama sahasında en belirgin şekilde yerini alan tasavvuf, züht(1) ve verâ(2) üzerine inşa edilmiştir. Kişinin züht ve verâ sahibi olması için bunları besleyen ahlak melekeleri ortaya konularak,İslam’ın en gerekli olan amel boyutu doldurulmaya çalışılmıştır.

 

Tasavvufa muhalif duranlar

Tasavvuf anlayışında ki rükünler, asıl itibari ile züht ve takvayı besleyici erkânlardır. Bu erkânlar aynı zamanda “İslamahlak, iman ve hikmet anlayışını birbirinde toplayıp mezcetmiş bir kurallar silsilesidir. Selef itikadından ayrılmayan tasavvuf, bu itikada muhalif düşen tüm fikirlerin dışında kendini tutarak, günümüze değin yara almadan bağlılarının sayısını artırarak süre gelmiştir.

 

Fakat tüm bu süreçte İslam’ın amel yönünü hafife alıp, İslami meselelere akıl felsefesi ile yaklaşan bazı İslam düşünürlerinin fikirleri de kendilerinin ebedi âleme irtihal etmesi ile düşünce ekolleri de zımnen sakıt olmuştur. Çünkü felsefi bir anlayış ile ahkâma yaklaşan İslam düşünürü, kendinden sonra gelen müsteşrikin ya da başka bir İslam âliminin ortaya koyduğu akli ya da bilimsel müdlil ile görüşünü inkıtaya uğratmıştır. Ve bahsettiğimiz bu cenah, günümüze değin bu süreci hikmeti öteleyen bir yaklaşım ile geçire gelmiştir.

 

Günümüzde ise bu silsileyi maalesef bir takım ilahiyatçı akademisyenler devam ettirmektedirler. Bu akademisyenler amel’i ve onun lokomotifi olan hikmet’i, miskin sınıfı, düşünemeyen akıl edemeyen bir kesimin öngörüleri ya da eylemleri olarak görmüşlerdir.

 

Onların bu hâkim tavırları günümüzde mütedeyyin halk nezdinde karşılık bulmamıştır. Çünkü hikmet menşeli değil de, luğat etraflı ya da salt akıl etrafında, yer yer nakli de tenkit eden yaklaşımları halkın uygulama sahasında kabul görmemiştir. İslam halkı, bu duruma karşılık açlık hissettikleri ruhları için, Cüneyt-i Bağdadi, Abdulkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani, Hasan-ı Basri merkezli bir oluşumun takipçisi olmayı tercih etmişlerdir.

 

Kuran’ın üçte ikisi ahlak ve hikmettir

Mukaddes kitabımız Kuran’ı incelediğimizde, ayetlerin üç’te ikisinin ahlak ve hikmeti işlediğini görürüz. Üç’e biri ise itikat ve ahkâmdan bahseder. Tasavvuf ise öğretilerinde, ahlak ve hikmet öğeleri üzerinden mesajını verir. Tasavvuf’un Kuran ve sünnet dışında, kaynakları arasında yer alan Menkıbe, mesnevi ve risaleler de bu mesajın içeriğini vaaz ederler.

 

Örneğin İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve manevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir"(en-Nâziât 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A'lâ 87/16). Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur-ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır.

 

Kuran-ı Kerim’e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir: "Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz" (eş-Şûrâ 42/20; el-Bakara 2/200; ÂI-i İmrân 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/94).

 

Diğer taraftan, Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: "Dünyada bir garip yada yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî, "Rilcâk", 3; Tirmizî, "Zühd", 25; İbn Mâce, "Zühd", 6). "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mâce, "Zühd", 1 )

Örneklendirmesinde bulunduğumuz tüm bu ayet ve hadisler, ahlak ve hikmeti vaaz eden nasslardır.

Tüm MAKALELER