30 YIL BU MİLLET HACCA GİDEMEDİ
Canibim.Com

30 YIL BU MİLLET HACCA GİDEMEDİ - Canibim.Com

 

1950’deki hac seferinde Türkiye’ye ilgi harikuladeydi


01 Ekim 2012, Pazartesi


MÜSLÜMANLAR hac vazifelerini ifa için kafileler halinde mukaddes topraklara hareket ediyor.

 Dünyanın dört bir yanından yola çıkan kafileler aynı mekanda buluşarak tek bir millet olduklarının şuuruna varacaklar, Suriye başta olmak üzere kanayan yaraları için merhameti sonsuz Allah’a dua edecekler. Tek parti rejiminin sona ermesinin ardından 1950’de ay-yıldızlı bayrak altında ilk defa hac seferine çıkan Türkiyeli hacılar arasında Kadiri şeyhlerinden Mustafa Necati efendi de vardı. Şeyh efendinin hac günlüğünde yer alan bilgilere göre o dönemde Türkiye bugün olduğu gibi yine el üstünde tutulmuştu.

 

 
Meşru ve helal yollarla hacca gidecek kudrete sahip mü’minler kafileler halinde ‘mukaddes topraklar’a ayak bastılar. Türkiye dahil, dünyanın dört bir yanından yüzbinlerce hacı adayı da sefere çıkmak için gün sayıyor.


 
62 yıl önce de, 1950’de, neredeyse aynı ayda Türk hacılar uzun bir kesintinin ardından ilk defa mukaddes topraklara hareket etmiş idi. Peki bu kesintinin sebebi neydi, gelin o meşakkatli döneme bir göz atalım.


 
Bildiğimiz kadarıyla devlet eliyle hac organizasyonu ‘Birinci Dünya Savaşı’ yüzünden 1917’de kesintiye uğradı. 1918’de Osmanlı devleti ateşkes ilan etti ama bu kez de ‘Milli Mücadele’ dönemi başladığından hac seferleri yapılamadı.


 
‘Cumhuriyet’ döneminde nev’i şahsına münhasır bir laiklik politikasının kurbanı oldu hac. 1917 -1947 yılları arasında hac yapılamadı. CHP hükümetleri döviz tahsisi yapmadığı için mütedeyyinler kaçak yollardan döviz temin ederek ve yine kaçak yollarla hac farizalarını yerine getirmeye çalıştı.
Çok partili hayata geçilmesinin ardından 1947’de hac serbestisi getirildi ama döviz yokluğu bahane edilerek fiili engelleme yoluna gidildi. 1948 yılı boş geçti, 1949’da ise döviz temin etmeyi başaran sadece 7 bin kişi hacca gitmeyi başarabildi.

 

 
Mayıs 1950’de tek başına iktidara gelen ‘Demokrat Parti’ hacılara döviz tahsisini ve devletin deniz yolları ve kısmen de hava yoluyla hacı nakliyle meşgul olmasını sağladı.


İBRET AYNASINDA HAC!

 
Hac serbestisi getiren Demokrat Parti, laikliği katı bir ideoloji olarak benimseyen çevreler tarafından irticaya taviz vermekle itham edildi. Mesela çiçeği burnunda Demokrat Parti Hükümetinin Maliye Bakanı Halil Ayan’ın 1950 Temmuzunda hacılara döviz verileceği, hacca gidenlere kolaylık gösterileceği şeklindeki açıklamaları CHP çevrelerinde homurdanmalara sebebiyet verdi.

 

 
21 Temmuz’da Maliye Bakanı Ayan, devlet deniz yolları ve kısmen de hava yolları ile hacı nakli işiyle meşgul olacaklarını belirterek şöyle demişti: ‘Şurasını kat’iyetle belirtmek mümkündür ki: Hükümet vatandaşların hac farizasını yerine getirmek için kat’i kararını vermiştir.’
Dönemin hac tartışmalarına ışık tutan bir örnek vermek istiyorum. 22 Temmuz 1950 tarihli ‘Milliyet’ gazetesinde ‘Pençe’ müstear adıyla bir yazar ‘İbret Aynası’ köşesinde ‘Hacılara döviz verilmesi meselesi’ başlığı altında bakın neler diyordu:

 

 
‘Arapça ezandan sonra hükümet hacılara döviz de vermeye başladı. Kimbilir sevgili muhalifler bu karardan ne mana çıkaracaklardır? Kimi ‘inkılap mı? Uçtu gitti’ diyecek, kimi sarıkların yakında memleketi istila edeceğini söyleyecek, bazısı da ‘Hımmm.. Anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi!’ diyeceklerdir. Halbuki hacılara dövizin verilmesi inkılap ile, Atatürk’ün yarattığı eserlerle hiç alakası olmayan mükemmel bir tebdirdir. Bir adamın hacca gitmesine hükümet ne karışır? İster Mekke’ye giderim, ister Medine’ye.. Bütün bu hareketler ve seferlerden kime ne!


 

Bir adam Paris’e gittiği zaman, Amerika’ya uçtuğu zaman, Mısır’a koştuğu zaman söz olmuyor da neden hacca gittiği zaman devlet meselesi oluyor? Haccı ve Mekke’yi Demokrat Parti icat ve ihdas etmediğine ve bu yerlere birçok vatandaşlar Demokrat Parti’den çok evvel de gittiklerine göre, eskiden bir günah işler gibi gizliden ve kaçakçılık edilerek gidilen hac seferinin şimdi açıktan açığa devleten döviz alınarak yapılması daha doğru değil mi?’

 


ŞEYH EFENDİNİN HAC GÜNLÜĞÜ

 
1950 yılında, 9 bin Hacı, 30 yıldan bu yana belki de ilk defa hiçbir engelle karşılaşmadan, ay-yıldızlı bayrak altında kutsal topraklara ayak basmışdı. Böylece çeşitli dillerden ve milliyetlerden müslümanların buluşmasına Türk hacılar da iştirak etmiş idi.

 
Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Hilafetin tasfiyesinden uzun yıllar sonra, ay-yıldızlı bayrak altında hac vazifelerini yerine getiren hacılar Hicaz’da büyük coşkuyla karşılanmışdı.


 
İşte 1950’deki hac sırasında duygulu anlar yaşayan hacılar arasında ‘Kadiri Meşayihi’nden Mustafa Necati efendi de bulunuyordu. Şeyh efendi yaşadığı bütün anları günlüğüne kaydetmişti. Günlük, şeyh efendinin oğlu yazar ve fikir adamı Mehmet Akif Ak tarafından günışığına çıkarıldı.


 
‘Kadiri Meşayihinden Mustafa Necati Ak’ın Hac günlüğü/ Hac Yolunda’ başlığıyla ‘Timaş’ tarafından neşredilen günlük hem dönemin Hicaz’ı hakkında, hem hac, hem de hacılar hakkında değerli bilgiler veriyor.


 
Hatırlatalım, 1950’de Suud-i Arabistan henüz petrol zengini bir ülke değildi. Yoksulluk diz boyu idi, bu yüzden hacılar çeşitli zorluk ve sıkıntılarla yüzyüzeydi. Öte yandan İslam dünyasının büyük bölümü sömürge idaresi altındaydı.


 
Günlükten öğrendiğimiz kadarıyla 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle yaşanan değişikliklerin etkisiyle Türkiye’nin İslam dünyasındaki itibarı hızla yükselişe geçmişti. Tıpkı bugün olduğu gibi o dönemde de Türkiye İslam aleminin büyük ilgisine mazhar olmuştu.

 


BABASI ÇANAKKALE ŞEHİDİ

 
1905 yılında Gaziantep’in İslahiye İlçesi’ne bağlı ‘Haltanlı Köyü’nde dünyaya gelen Mustafa Necati efendi bir şehit evladıydı. Babası Ahmet efendi ‘Çanakkale’de şehit düştüğü için dedesi Hacı Mustafa efendi tarafından yetiştirilmişti.

 

 
Tarikat-i Aliyye-i Kadiriyye yoluna giren Mustafa Necati efendi, Suriye’nin Hama şehrinde ikamet eden Şeyh Seyyid Murtaza’dan aldığı ruhsat ve icazetle irşad görevine başladı. Seyyid Murtaza efendi, Pir Seyyid Abdülkadir Geylani’nin torunlarından idi.

 

 
Mehmet Akif Ak’ın verdiği bilgilere göre onbinlerce müntesibi olan Şeyh Necati efendi, döneminin diğer mürşitleriyle derin bir muhabbet içinde bulunduğu gibi fikir ve aksiyon cephesinin kahramanlarıyla da yakın ilişkiler kurmuştu.

 

 
Bu isimler arasında Ramazanoğlu Mahmut Sami efendi, Cizreli Şeyh Seyda efendi, Darendeli Hulusi efendi, Kilis’li Muhammed Safi efendi, Bediüzzaman Said Nursî, Eşref Edip, Necip Fazıl da vardı. Şeyh efendi, ‘Büyük Doğu Kulübü’nün Osmaniye’de kurulmasına da öncülük etmişti.
Şeyh efendi, 1965 yılında Haltanlı köyünde vefat ederek bu köydeki bir tepede toprağa verildi.

 


TAYY-İ MEKÂN, TAYY-İ ZAMAN

 
Şeyh efendi 1950’deki ilk hacı kafilesiyle İskenderun limanından bir gemiyle hareket etmişti. Beyrut’a uğrayan gemi, Süveyş Kanalı’ndan Kızıldeniz’e geçerek Cidde’ye ulaşmıştı. O anı şeyh efendi günlüğünde şöyle anlatıyor:

 

 
‘Binaenaleyh Türk alametini gösteren ay-yıldızlı al bayrağı gören bütün memleket halkının bizi biribirine göstererek ‘Türk, Türk!’ diye mesruriyetlerini ızhar etmekte olduklarını görüyorduk. Hakikaten yirmibeş seneden beri bir duraklamadan sonra tekrar al bayrağımızın hacılar kafilesi arasında dalgalanması ve hatta Arapların hacılarının bile bizim bayrağımızı taşıyan vapurlarla hacca gelmeleri şayan-ı meserrettir.’

 

 
Şeyh efendi diğer hacılarla Beytullah’ı ziyaret etmiş, Müzdelife de şeytan taşlamış, Safa ve Merve arasında sa’yda bulunmuş, Medine’de Mescidü’n-Nebevi’de Ravza-i Mutahhara’ya giderek server-i alem efendimizi ziyaret etmişti.


 
Arafat’ta vakfeye durmak, Müzdelife’de vakfe, şeyh efendi için açık bir ‘tayy-i zaman’, ‘tayy-i mekan’ harikuladesi idi.

 
Beytullah’ı ziyaret ettiğinde mana deryasına dalan Şeyh Necati efendi bu anı günlüğüne yansıtırken Şair Nabi’nin bir mısrasını dile getirir:

 
‘Sakın terk-i edebden ki makam-ı Mustafa’dır bu’
‘Bütün şark bizi hami görüyor’

 
Mustafa Necati Ak efendi ‘Hac günlüğü’nde 1950 yılında hac vazifesini yerine getirerek tanıştığı hacıların Türkiye’ye duydukları yakınlığı şu sözlerle aktarıyor:


 
‘Türkiye hacıları Arabistan’a dahil olunca birçokları kıyafetlerini değiştirmiş olup ben ise memleketimi temsil etmek üzere üzerimde picama, başımda bere, yani terlik olmak üzere kıyafetimi tedbil etmediğim için bütün müslüman aleminden gelen hacılar sormadan beni tanıyor. Ve yanıma yaklaşarak memleketimi soruyor. ‘İstanbul Türkiyesi!’ cevabını verince büyük sevinçler arasında arz-ı hürmetten geri kalmıyorlardı.

 

Hele Pakistanlıların Türklere bağlılıkları haddinin fevkindedir. Onlardan sonra sevgice Afganlı, Mısırlı önde gelir. Hintli, Cavalı, Çinli.. velhasıl bütün şark alemi Türkiye’mizi bir hami makamında görüyor ve bizimle işbirliği yapmaya taraftardırlar. Zaten Pakistanlılarla Çinliler aslen Türk olduklarını iddia ediyorlar.

 

 
Mısırlıların simaları bizim şarki Anadolumuzdaki halkın şekline pek yakındır. Kanaatime göre tavaif-i müluk zamanında Selahaddin-i Eyyubi gibi birçok kahramanlarımız Mısır’a hakim bulundukları için bu memleketin halkı oraya hicret etmiş bulunup Mısırlılara kanları aşılanarak hepsi bizim kanımızda renk almışlardır.

 

Zaten bize karşı besledikleri sevgi de bu hakikati göstermektedir.
Mekke’nin yerlileri ise bize karşı sevgilerini arzederek ‘Allah sizden razı olsun, ecdadınız Osmanlı padişahları olmasa şu kubbeleri yapan mı bulunurdu? Zira şu gördüğünüz harikulade kubbeler, minareler, kışlalar hep onların eserleridir.

 

Eğer onlar bu fedakârlığı yapmasa beşyüzbin hacı güneşler bağrında cayır cayır yanar, ekserisi helak olurdu.’ Hakikaten Yavuz Selim, Kanuni Süleyman, Abdülmecid, Abdülhamid gibi faziletli padişahlarımızın Arabistan’a yaptıkları sarfiyatlar ve meydana getirdikleri asar şayan-ı teşekkürdür. Allah ruhlarını pür-nur ve eserlerini mamur eylesin, amin!’

 

 
Binaenaleyh İslam aleminin ittihadına gebe bulunan şu yirminci asrın uyanmış ve hakikati arayan müslümanlarının hangisi ile konuşmuşsam mutlaka Türklere bağlı ve Türkiye himayesine girmeyi can u yürekten istekli buldum. Bu seferim(de) diğer hacılar gibi yalnız o mukaddes vazifeyi ifa etmekle kalmayıp müslüman alemindeki vaziyetleri tedkik edip dinimizin hac vazifesindeki gayeyi aramış ve bulmuş bulunuyorum.

 

 
Elhamdülillah, İslam memleketlerinin şark, garp, cenup şimal ve her tarafındaki hacıların aynı mevsimde, aynı şartlar dahilinde dar bir çerçeveye sıkıştırılıp lisan, renk ve mezhepleri muhtelif oldukları halde hepsi biribirine kaynaşıp kardeş muamelesi yapmaları ve birbiriyle tanışıp konuşarak halleşmeleri tevhid dininin şeref ve tealisine ne kadar faydalı olduğunu ince düşünenler anlayabilir.’


Va hasreta va firkate!
Şeyh Mustafa Necati efendi ‘Hac günlüğü’nde ‘Yabancı hacılarla sohbet’ başlığı altında dönemin İslam dünyasının içler acısı durumunu şöyle tasvir ediyor:

 
‘Namaz bitti. Yine otururken bazıları dağılınca yerimiz rahatlaştı. İri arkadaşlarıma sordum. Mağribli, yani Şimali Afrikalı olduklarını söylediler. Sual ettim: ‘Müstakil misiniz?’ ‘Hayır, Fransiz himayesinde...’ Yüreğim acıyarak: ‘İlahi! Şu kardeşlerimize diğer müslümanlar gibi istiklaliyet ihsan eyle!’ deyince hepsi birden ellerini kaldırarak, ‘Amin! Amin!’ demeye başladılar. Aman yarabbi, ne facialıdır, esaret zilleti şu kahraman bünyeli müslümanlara yakışır mı?

 

 
Biraz arapça bildiğimi gören arkamdaki Mısırlı bir alim Türkiye’mizin vaziyetinden sorup memleketimizin fabrikalar dolu ve her çeşit silahlar yapıldığını, hatta tayyare motorunu yapan fabrikamız da kurulduğunu söyleyince çok memnun ve mesrur olmuştu. Suudilerden bahis açılıp onların hacılara istenildiği şekilde hac yaptıramadıkları ve buranın Mısır’a bağlanmasını temenni ettiğimizi izhar edince ‘Hayır hayır, Allah, Mısır’la beraber bir an evvel Türklere geçmesini nasib eyle!’ diye cevap verdi.

 

 
Nihayet bu mübarek mevkide de dört gün kaldıktan sonra bazı arkadaşların acele ettiklerini görünce ‘Arkadaşlar! Cennetten kaçılır mı? Nur içinden çıkmaya insan kendi arzusuyla razı olur mu? Nedir bu haliniz?’ diye nasihatta bulundum. Zira Server-i Kainat Efendimiz, ‘Bir kimse kırk vakit namazı benim mescidimde cemaatla kılarsa ona Allahu Teala cehennemde azap görmemesine bir berat, bela ve afatlardan muhafaza olmaya da bir berat ve münafıklıktan kurtulamaya da üçüncü bir berat ihsan eder’ buyuruyor.

 

 
Dört gün kaldıktan sonra gemilerin hareket emri gelmiş bulunup deliller bizi sevketmeye başladılar. Kırk vakti tamamlamak için kırk tane kaza namazı kılıp yine otomobillere binmeden evvel tekrar ziyaret ve gözyaşları içinde ‘Va hasreta! Va firkate!’ diye ayrıldık.’
Abdullah Muradoğlu
Yeni Şafak, 30.9.2012

 

 

Tüm YAZILI SOHBETLER