"Sen, sende olmayasın ki, O sende olsun"
"Sen sende olmayasın ki, O sende olsun." İşte ölçü bu. Hz. Musa Kelimullah Efendimiz, Cenab-ı Hakk'a; "Bana cemalini göster" diyor. "Beni göremezsin" cevabı geliyor. Arifler diyor ki, "Yani sen, sende iken ya Musa, Beni göremezsin. Sen o, 'ene'ni/benliğini bir dağıt bakalım. Yık, at! Bak o zaman nasıl görürsün." O Tur denilen dağ, senin nefsindir. Onu dağıtıyor, atıyor. Bir de bakıyor, Allah oraya tecelli edince mahvolup gidiyor.
Allah! Allah! Bu ne sevda. İki varlık, iki aslan bir postta oturmaz. Bir ben, bir de O olunca, gelir mi Allah, senin olduğun yere. Onun için Kur'an'ın buradaki nüktesi çok büyük, yüce bir ifadedir. Allah anlayanlardan eylesin!
Muhammed (sav) kendi benliğini kaybedip, Hakk'ı benliğinde hakim kılmış. Yani O'na kul olmuş. Benliği olsaydı, O Muhammed kul olmayacaktı. "Abd" olmayacaktı. Ne olacaktı? Beşer olacaktı.
Bir nükte ile "Ben, sizin gibi bir beşerim" de diyor. "O yönüm de var" diyor. Ama kulluk o kadar üstün ki, O'na çıkmak/miraç etmek için illa da kul olmak lazım. Burası çok mühimdir.
"Beni zikret Ben de, seni zikredeyim"
O halde, "Arif- i billah/Allah ' ı bilmek" kadar kullukta büyük bir gaye yoktur. Allah ' ı bilmek. " Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat 56 ).
Ariflerin birçoğu, ayette geçen, "liya'budun/ibadet etmek için" kelimesini, " Allah' ı tanımak, bilmek" olarak anlarlar. Ben de şimdi ikisini birleştiriyorum. Yani ariflerin dediği ile alimlerin dediğini. Nasıl?
Şöyle ki, itaatle, ibadetle Allah, kulunun kalbine tecelli eder. İbadet ediyorsun. Namaz kılıyorsun. Bilesin ki Allah, kalbine tecelli ediyor. Başka; "Beni zikret ben de, seni zikredeyim." (Bakara suresi 152) buyuruyor.
Peki, ibadetle arif olmak nasıl bir arada oluyor?
Sen, Allah'a, itaatle, ibadetle yaklaştıkça, O'nun ismini andıkça, O'na yöneldikçe kalp kapıların açılıyor. Kalbin O'na doğru yöneliyor. Allah da, O'na yöneldiğin için sana nurani tecellilerle tecelli ediyor. Ve o tecellilerden O'nu tanıyorsun. " Beni zikret Ben de seni zikredeyim." Allah'ı görmek istiyor musun? " Evet istiyorum!" . Öyleyse Allah' ı bu şekilde severek zikretmeye çalış, vallahi ve billahi O' nu mutlaka tanır ve bilirsin.
Allah'ın, seni zikretmesi, O ' nu tanımandır. Onun için kullukta ki, "arif-i billah " olma, yani Allah ' ı tanıma ne ile mümkün oluyor? İbadetle. Daha ne ile oluyor? Nehiy ,yasak, haram, mekruh vs. diye çizdiği bir sınır var Allah'ın.
Mademki sen imtihan için varsın, kulluktaki nükte de imtihan sırrıdır. İmtihan için varsın. Her şey helal oldu mu, o zaman ne anlaşıldı kulluğundan? Bir sınırın olması lazım. Bir çizgiyi koruman lazım. İradene, nefsine hakim olman lazım. Burada işte o nehiy/yasak sınırı başlıyor. Kendini, o yasaklardan kolladın mı, korudun mu, hiç merak etme, Allah'ın sevip, seçtiği, nebileri, velileri, şühedası, uleması ile haşrettiği bir kul namzetisin. Allah, bize o makamı nasip etsin!
Ruh ile Allah arasındaki alışveriş
Evliya tabiri Kur'anî bir tabirdir, ifadedir. Allah'ın arkadaşı, dostu, demektir. Bunu bizzat Cenab-ı Hak, Kur'an'ında kendisi beyan ediyor. "Benim dostlarım, benim arkadaşlarım" buyuruyor.
Elbette ki dostluğun şartlarını koyan da Kendisidir. Yani "Bir insan O'nun dostu, arkadaşı nasıl olacak?" diye sorulduğu zaman, cevabı; O'nun dediklerini, O'nun emrettiklerini, bu konuda yanlış diye nehyettiklerini dikkate almasıyla olacaktır.
Yoksa bir kimse kendi kendine, "Ben Allah'ın iyi bir dostu olacağım. O'na has bir kul olacağım" demiş olsa fakat O'nun işaret ettiği, O'nun gösterdiği, O'nun emrettiği yolun dışında olsa, dost olamaz.
Eğer Allah (c.c.), kitap göndermemiş olsaydı, peygamber göndermemiş olsaydı, o zaman haklı olunabilirdi. "Zaten bize hiçbir işaret, bir alamet göndermedi. Binaenaleyh biz aklımızın kestiği gibi bu işi halledelim" deme hakkı doğa bilirdi.
Ama öyle değil. Cenab-ı Hak, insanlığı hiçbir zaman boşlukta bırakmamıştır. Hatta "Biz, peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz" buyurmuştur.
Kaldı ki okuduğumuz, bildiğimiz kadarıyla, hangi topluma gidersek gidelim, mutlaka bir peygamberin izine rastlanıyor. Kısaca, Cenab-ı Hak, yine O'nun gönderdiği peygamberlerinin müjdeleriyle, yollarıyla, kitaplarıyla anlaşılabilir.
Sadece 'inanıyorum' demek yetmez
Biz maalesef "inanıyoruz" demiş isek de pratikte, yaşanır hayatımızda bu gerçekleri arka plana attık. İşin sözüyle meşgul olur, yaşantısından uzak kalırsak, haliyle, hasta bir insanın ilaçları önüne koyarak sadece bakmak suretiyle tedaviye çalışması gibi bir durumla karşı karşıya kalmış oluruz.
Bütün tedavi edici unsurlar önünde ama hiçbirini alıp kullanmıyorsun. Onun için Kitab-ı Kerim olan Kur'an'ı, çok iyi anlamak lazım.
Elbette her birimizin hoca olması mümkün değil. Ama anlayan insanlarla sohbet etmek, bilen insanlardan, "Allah ile nasıl dost olunur, arkadaş olunuru" sual tevcih etmek suretiyle öğrenmek, aldığımız cevapları karınca kararınca hayatımıza geçirmek lazımdır.
Bunu yapmadığımız müddetçe bizim Allah ile irtibatımızı kurmamız mümkün değildir. O zaman ne olur? Allah'a olan bu ihtiyaçtan oluşan boşluk birtakım bâtıl görüşlerle doldurulmaya çalışılır. Kendi kendinize değerler ihdas edersiniz. Bu bazen din olarak ortaya çıkar. Bazen din değiştirmek olarak ortaya çıkar.
Sonuç olarak temel eksikliğimiz emredileni yerine getirmemek veya bilmemektir. Cehalet olur, gaflet olur, ihanet olur. Bütün bunlar insanı Allah'tan uzak tutar.
O nedenle toplum olarak ya-şadığımız sıkıntıların asıl kaynağını bu şekilde tespit edip gereğini yapmak zaruridir. Yoksa -Allah korusun- daha beter durumlara dûçar olmaktan kurtulamayız.
Üç ayları değerlendirelim
İnsanın dünya sahnesine gelmesinin gayesi; Allah'a kulluktur, ibadettir. İbadetin özü de zikrullahtır.
Cenab-ı Hak, Bakara Sûresi'nin 152. ayetinde, "Siz Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim" buyurur.
Demek ki, önce kul Allah'ı anacak?
Zikrullah; kulun kendini bilmesi, Allah'ı tanımasıdır. Allah ile kulun arasındaki münasebetin gelişmesini temin eden yegâne ibadettir. Namaz da Allah'ı zikir içindir, oruç da Allah ı zikir içindir, hac da Allah'ı zikir içindir.
Esasen zikir, Allah ı hiç unutmamaktır. Siz devamlı bir şeyi andığınız zaman, andığınız şeyi unutabilir misiniz? İşte devamlı Allah'ı anan da O'nu unutmaz.
İbadetin insana kazandıracağı hali şöyle anlatabiliriz: Şu anda bir çuvaldayız, bir et ve kemik kalıbında. Çamur kalıbı da diyebiliriz. İbadetle beraber bu kalıbı aştığımızda; ibadet de bize ağırlık vermeyecektir. Bizim bineğimiz, burağımız olacaktır.
Cenab-ı Hak, Hz. Âdem'in yaradılışından bahisle, "Ona kendi ruhumdan üflediğim zaman" buyurur.
Bizde meknuz olan benlik gelişigüzel olmayıp; hasletlerini Cenab-ı Hak'tan alan, Allah'a ait olan bir benliktir.
Kulun, Allah'tan gelen benliğini; nefis; "ruh-i hayvan", ruhunu da "ruh-i sultan" olarak izah edebiliriz.
Nefis ve ruh dediğimiz şey bir bütündür. Onun ahlak-ı zemime merkezi olan hayvanî tarafını yani nefsi, ibadetler ile ahlak-ı hamideye tebdil etmemiz gerekiyor.
Tahrim Sûresi'nin 8. ayetinde Cenab-ı Hak, "Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter" buyurur. Kulun ibadetle, zikrullah ile, tevbe ile kulluk kapısında ısrar etmesi şarttır.
Bugün toplumun içinde bulunduğu buhran hâlinden, ahlakî çöküntüden herkes şikayetçi. Kulluk istikametini bırakan, ibadeti unutan bireylerin geldiği noktanın cemiyete yansımasıdır bu hâl?
İnsan beşerî sıfatlardan kurtulup, Rahmanî sıfatlara kavuşamaz ise; siz ona ne kadar doğruyu, hayrı, güzelliği gösterirseniz gösterin, kendi iç tabiatında doğruyu hayrı görmeye muktedir olamaz. Yani onun asıl problemi kendisiyledir.
Dostlarımızdan bazıları, "Hocam namaz kılmak istiyoruz ama kılamıyoruz" diyorlar. Kişinin namaza durabilmesi için; evvela namaz için arzunun, isteğin onun iç tabiatında; kalbinde, gönlünde oluşması zaruridir.
İçinde bulunduğumuz üç aylar iklimi, ibadet isteği ile Allah'a yöneleceğimiz; tevbelerin kabul olacağı, ahlak-ı hamide istikametinde ilerleyebileceğimiz özel günlerle dolu.
Unutmayalım, fert ve cemiyet bazında huzur, saadet, barış ancak Allah'a kulluk ile olabilir.
Asıl hürriyet Allah’a kulluktur
Hiçbir insan bağımsız değildir; mutlaka bir şeye kuldur. Dolayısıyla insan ya Allah'a kul olacaktır ya da her neyi tercih ettiyse...
Bu temel tespitten sonra şunu da hemen belirtelim ki; Allah'a kulluk noktasında gereken hassasiyeti göstermediğimiz de bir hakikat...
Cenab-ı Hakk'ın talebi, insan olarak bizden kulluğumuzu bilmemiz ve bu idrak içerisinde hayatımızı sürmemizdir.
Biz, namaz kılmış olsak, oruç tutmuş olsak fakat kulluk idraki içerisinde olmasak bunun bir ehemmiyeti yoktur. "Ameller niyetlere bağlıdır" esasına göre; yapılan ubudiyet kulluğa endeksli olacak ki Allah indinde makbul olabilsin. Dikkat edilirse, günlük hayatımızda "Allah rızası" ifadesi dilimizden düşmez. İşte bu, işin özüdür, esasıdır.
İnsan ya nefsanî duygularıyla veya Rahmanî duygularıyla hayatını yaşar. Nefsanî duyguların kaynağı şeytan ve nefistir. İnsan bu kaynakların yönlendirdiği duyguların esiri olarak hayatını devam ettirir fakat kendini özgür zanneder. Çünkü ölçüsüz ve sınırsız bir hayat sürmektedir. Hâlbuki o, nefsinin ve şeytanın kölesidir.
Daha önceki makalelerimizde bahsi geçti; Batı'nın hayat telakkisini ifade ederken, "biz hürüz" diyen Batılı'nın haddizatında hür olmadığını, nefsanî ve şeytanî güçlerin esiri olduğunu ifade etmiştik.
Ama onlar bunu bilmediği için, yaşantılarını "hürriyet" kelimesiyle izah ediyorlar. Yanılıyorlar çünkü insanın hürriyeti bu anlamda değildir.
Bir de Rahmanî bir esaret veya kulluk dediğimiz kulvar vardır ki; O vadide insan yaptığı ibadet neticesinde elde ettiği manevi zevk ile asıl hürriyet halini yaşar.
Şimdi biz diyoruz ki; her iki halde de insan esir. Öyleyse, mutlak irade ve hak sahibi Allah varken, O'na kulluk etmek varken ne diye nefsine, şeytana kul olsun ki?
Hürriyet; başkasına zarar vermeden insanın istediği gibi yaşamasıdır diye tarif ediliyor. Fakat öyle fiiller var ki; başkasına zarar vermiyorsunuz ama zararınız kendinize oluyor. Kendi kendinize zarar veriyorsunuz, kendi nefsinize... Bu da hürriyet değildir.
İslamî manada hürriyet; her insanın kendi nefsine ve başkasına zarar vermeden yaşamasıdır.
Mesela uyuşturucu kullanan bir insanın asıl zararı kendisinedir. İnsanı hayatından eden bir davranış stili, bir eylem nasıl hürriyet olabilir ki?
Bu, çok ciddi bir kalbî hastalığın insanı istila etmesidir. Yine içki ve kumar müptelası olanların durumu bundan farkı değildir.
Görünüşte hürdürler ama öyle duyguların esiridirler ki yaşadıkları bir hayatları yoktur. Onun için İslam literatüründe hürriyet; hem kendinize, hem başkasına zarar vermeden yaşadığınız hayat tarzına denir.
Peki, bunun olması için ne olması lazım?
Mutlak manada insanın, kendini, Allah'a kul kabul etmesi lazım. Bu olursa yani insan Allah'ı andıkça, Allah'a takarrub ettikçe, O'na yaklaştıkça Allah da, ona yaklaşır.
Kul Allah'a teveccüh ettiği zaman Allah da ona nazar eder; kalbine bakar. "Ben, yere göğe sığmam. Mü'min kulumun kalbine sığarım" buyuruyor Cenab-ı Hak.
"Kalp temizliği" işte böyle oluşur. Her şeyini Allah'a endekslemek, O'nun rızası istikametinde hayatını devam ettirmektir.
Bu yapıldığında, Allah, kulunun misafiri olur. Tabir-i caizse kul, Allah'ı, kendi gönlünde sever. İnsanın Allah'ı sevmesi, Allah'ın, kulunun kalbinde Kendi Zâtını sevmesidir. Çünkü sevgi de O'ndan, kula ait bir şey yok. İşte bu hale insanın kavuşmasına hürriyet denir.
Hürriyet bir sevdadır. Büyük bir huzurdur, saadettir, mutluluktur. Bütün dünyayı yok görmektir. Onun için mü'minin sevdası boyut itibariyle çok büyük, huzuru anlatılmayacak derecede derindir…
Melik peygamber mi, kul peygamber mi?
Kulluk makamı çok üstün bir makamdır. Resûlullah Efendimize (s.a.a.) "Melik peygamber mi olmak istersin, kul peygamber mi?" diye sorulduğunda, "Kul peygamber olmak isterim" diye cevaplıyor.
Melik nedir? Bir topluluğun hakimidir. Ama kulluk öyle mi? Allah'a kul olursun, O'nun tecellisine erersin, bütün kâinatın şahı olursun, padişahı olursun. Birisi görünüşte debdebeli bir makam. Diğeri ise hakikatte...
Kulluk, esasen insanın kendini Allah'a satmasıdır. Ne mukabili Allah'a satmasıdır? O'nu alma mukabili...
İnsan bir şey vererek bir şeyi satın alır. Kul kendini vererek Allah'ı alırsa, sahibi Allah olur. Düşünün ki Allah kuluna sahip; o kul ne ister de sahip olmaz...
Son olarak deriz ki; insan, farkı bu kadar net iki tercih arasında serbest bırakılmıştır. Ya yanlışı tercih edecek; dünyasını ve ahiretini kaybedecektir ya da doğru tercihle dünyasını da ahiretini de mamur edecektir.
"Kalplerinizi ancak Allah'ın zikri doyurur"
Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Dikkat edin! Kalplerinizi ancak Allah'ın zikri doyurur." Yani, zikrettiğiniz lafızlar mânâ itibariyle sizi Yaratıcıya taşımıyorsa, kalbinizi doyurması mümkün değildir. Onun için Allah, "Dikkat ediniz! Kalpleriniz ancak Beni zikirle doyar" buyuruyor.
Bugün insanlığın hayatına bakıyoruz. Zikri, hayatının merkezine koymak yerine, "İslam'da zikir var mıdır, yok mudur?" gibi boş tartışmaların içine girmiştir. İman ehli diye kabul ettiğimiz insanlar bile, kendisini Allah'a taşıyacak ubudiyetten mahrum ve uzak.
Dolayısıyla İlahî beyanla apaçık belirlenmiş huzur yolundan nasiplenmemek bizi buhranların ve sıkıntıların içine yuvarlamaktadır.
"Müslümanız" diyoruz ama onun inceliğinden, onun zerafetinden, nezaketinden maalesef mahrumuz. O kimlikten mahrumuz. O kimlik bizim iç tabiatımızda olmayınca, bu kimliğin sahibi olan Cenab-ı Hak ile irtibatımızı kuramıyoruz.
Halbuki "ruh" dediğimiz cevher sahibi ile beraber olma aşkını, sevdasını, hasretini yaşıyor. O'ndan gelen ruh, Hakk'tan gelen ruh, O'nu bulamayınca, O'nu göremeyince, O'nu sezemeyince, O'nu yaşayamayınca artık önüne ne koyulursa koyulsun hiçbir şey ile doymuyor.
İnsan neyi aradığını bilmiyor
Netice itibariyle, bunalımlar ve buhranlar devam ediyorsa, arayışımız da isabetli değil demektir. Maddeci mantıkla hayatımızın berkemal olarak devam edeceğini zannediyoruz.
Misafir odamızı dayalı döşeli hale getirdik, mutfağımızı dört dörtlük yaptık, evimiz apartman oldu, köşk oldu, saray oldu, villa oldu; her şey mutantan, mütezeyyin, mükemmel ve fakat onun içinde yaşayan insan kupkuru, içi boş, kurtlanmış ağaca dönmüş vaziyette.
Eğer insan Mutlak Gerçeği, kendi iç tabiatında bulmuşsa, yani bir ömre bedel olan zenginliği yakalamışsa, Yunus'umuzun dediği gibi, "Ballar balını buldum/Kovanım yağma olsun" der.
Yani iç tabiatında olan o hazineyi, o zenginliği bulmuşsa, niye kalkıp başka şeyle kendini oyalayacaksın ki? Evet arayış var; doğru, ama insan neyi aradığını bilmiyor.
Allah'ı bulana kadar arayış devam eder
Bugün insanlığın aradığı Allah'tır. Neden? Çünkü O'ndan geldik ve mutlaka O'na gideceğiz. Allah, "Ben ona ruhumdan üfledim" diyor. O'nun cevherini taşıyoruz. O'nu bulana kadar bu sevda devam eder, bu arayış devam eder. Bu arayışı bitirmek istiyorsak, bilmemiz lazım ki, bunun yolu dış tabiatımızda değil, iç tabiatımızda, kalptedir.
"Ben Allah'a yürümek istiyorum." Doğru! Güzel! Peki Nerede yürüyeceksin? Kalp caddesinde. O'nu şu veya bu caddeden gidip bulamazsın. Kalpten gidip, bulacaksın. Niye? İnsan, o ibadetle, o zikirle Allah'a yürüyor. Allah'a yürüdükçe O'na yaklaşıyor. Allah ile konuşuyor, sohbet ediyor, arkadaş oluyor.
Bizim için mutlak örnek olan Allah'ın Sevgilisi ve Ehl-i Beyt'in hayatına baktığımızda bu halin zirvesini müşahade ediyoruz.
Kısaca, mutlu ve huzurlu bir dünya hayatının elde edilmesi ve ahiretin kazanılması, zikir ve ibadetle mutmain olmuş kalpten geçer.
Allah bu konuda hepimizi muvaffak eylesin.
En hayırlı dost; Allah’ı hatırlatandır
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu sebeple diğer insanlarla birlikte yaşamak zorundadır. İnsanlar, birlikte yaşayabilmek yaşamın zorluklarını aşabilmek hayatı paylaşmak için de kendine yakın dostlar edinmelidirler.
Yaşanacak sorunlar dost edinme aşamasında oluşmaktadır. İnsanoğlu kendine yakın hissettiği kimselerle dost olmaya çalışırken doğal olarak dostuyla etkileşim yaşamaya başlamaktadır.
Fizikteki bileşik kaplar sistemi gibi birbirine yakın olanlar birbiriyle ruhi-psikolojik enerji alışverişinde bulunurlar. Dostlar, aradan geçen zaman diliminde farkında olarak ya da olmayarak birbirine benzemeye başlarlar. Birbirine benzeyemeyenler ise doğal olarak dost kalamazlar.
Bu sebeple insanlar dostluk kuracakları kimseleri mutlaka seçmelidirler. Nice temiz aile çocuklarının yanlış dost edinmeleri neticesinde kötü yollara düştüğüne şahit olmayan yoktur.
Peygamber Efendimize (s.a.a.) bir gün "Kiminle dost olalım" diye sorulduğunda "Dikkat edin, sizin en hayırlı olanınızı size haber vereyim mi?" dedi.
Ashap, "Evet ey Allah Resulü bildir" dediler.
Peygamberimiz de "Sizin en hayırlınız öyle kimselerdir ki; görüldüklerinde Allah hatırlanır" buyurdu.
Bu nedenledir ki; ibn Mes'ud (r.a.): "Ali'ye bakmak ibadettir" buyurdu.
"Her birimizin kalbi farklı farklı şeylerle doludur. Kiminin orada misafiri veya ev sahibi servetidir, evladıdır, eşidir, işidir. Kiminin ki Cenâb-ı Vâcibu'l-Vücud Hazretlerinin Zatıdır, sıfatıdır, Esma-i ilahisidir, sevgisidir, ef'alidir.
Kalbinde serveti, işi vs. olan insanla sohbet edilirse, sohbet edileni hep o maddi âleme taşır. Ama kalbinde Hakk'ın muhabbeti olan insanla dost-arkadaş olunduğu zaman, o da Allah'a taşır. Yani, "Allah'ı analım, Kur'ân okuyalım" demeye gerek kalmıyor. Hâl olarak Allah'ın adı anılmaya başlanır. Yapılan iş besmele ile yapılır, Cenâb-ı Hakk'ın güzel ayetleri okunur. İşte bu rabıtadır.
Denilir ki: "üzüm üzüme bakarak kararır." Sigara içilen bir yere gidilirse, orada sigara içmeyen insanın üzerine de sigara dumanı çöker. İçmeye gerek yok, o ortama girmek kâfidir. Gül dükkânına gidenin üzerine ise, güzel kokular siner. Gül kokusu sürmeye gerek yoktur. Dükkâna girmek kâfidir. Hakk'ın muhabbetini taşıyan gül kokulu insanların yanında olmak, onları düşünmek, onlarla beraber olmak; işte rabıta budur. Onlarla birlikte devam etmek, Hakk'a yürümektir."
Dostların birbiri üzerindeki etkisi hakkında da Peygamberimizin (s.a.a.) bir hadisi vardır:
"Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin." (Tirmizi, Zühd, 45/ Ebu Davud, Edeb, 19)
Kim kiminle dost olduğuna dikkat etmeye çalışırken bir yandan da öyle bir hâl ile hâllenmeliyiz ki; dostumuza Hakkı hatırlatan olmaya çalışmalıyız. Vesselam.